top of page

Andrea Palladio

Andrea Palladio taşrada soylu aileler ve mülk sahiplerinin kullanımı, konaklama ve toprak yönetimi, aynı zamanda tarım ve üretim işlerini sürdürdükleri Villa tasarımları ile on altıncı yüzyılda oldukça ünlü olmuş bir mimardır. Öyle ki antik mimari prensiplerini ve mükemmel geometrik orantılarını taşra malikanelerine entegre ederek, aynı zamanda geride bu Villaları nasıl ve hangi yöntemler ile tasarladığını açıklayan teknik çizimli kitaplar bırakarak “Palladian Architecture” teriminin yaratılmasında, ve kendinden sonraki pek çok mimarı etkilemesinde öncü oldu. İlk mimari portfolyo olma özelliği taşıyan eserinin bahsedilen bölümlerinde, taşrada yapı inşa etmenin prensiplerini ve binanın konumlanacağı yeri seçerken doğada incelememiz gereken parametreleri ele almıştır. Tasarladığı Villaları genelde şehirde soylu ve zengin bir yaşam süren ailelerin yazlık olarak ve tarım işlerini yürütme amacıyla kullandığı ikincil bir ‘dinlenme ve gösteriş mekanı’ özelliği görür. Bazı soylu aileler ise tarımdan ziyade sadece misafir ağırlama amacıyla Palladio’ya Villa yaptırmıştır (Villa Rotonda).


Palladio’ya göre şehirdeki evler çok kullanışlı olmalarına rağmen taşradaki evler de en az onlar kadar kullanışlı olabilir. Hatta doğanın içinde oluşu ve ondan beslenişiyle huzurlu, sağlık artırıcı, güçlendirici ve dinginlik verici özellikleriyle olmazsa olmazdırlar. Kullanıcıların şehir hayatının kaotik tüketiciliğinden kaçacakları, bahçelerin, şelalelerin, kırsaldaki yerelliğin, tarımın ve doğanın keyfini çıkaracakları geçici bir sığınak görevi görürler. Şehirde olduğu gibi belirli ve tanımlı sınırların içinde olunmadığından, bu binaların konumu, yani doğanın sınırsızlığında bahsedilecek prensiplerle seçeceğimiz alanın elverişli olması sağlıklı bir tasarım açısından çok önemlidir.


Öncelikle yapı mülkün ortasında olmalıdır ki burada yaşayacak mülk sahibi topraklarını etkili bir biçimde yönetip gözlemleyebilsin. Ayrıca yer seçimindeki en önemli etken su kaynağıdır. Eğer mümkünse bir nehrin yanında binayı inşa etmek, mülk sakinleri ve hayvanların su ihtiyacını karşılamak açısından oldukça gereklidir. Bu durum bahçeler ve tarım arazilerinin sulanmasında, yazın aşırı ısınmayı önlemede, üretilen tarım ürünlerinin ucuz ve hızlı biçimde su ulaşımı ile şehre taşınmasında büyük kolaylık ve yarar sağlar. Temiz su mülk sakinleri için sağlık ve mutluluk demektir, ve Palladio’nun tasarımlarındaki en önemli motivasyonlardan biri budur. Seçilen alanın sağlıklı ve dikkatli seçilmiş olması, büyük ölçüde yakınlardaki su kaynağına bağlıdır. Ayrıca nehirler bina için güzel bir manzara sağlar. Fakat her suyun yanına binanın inşa edilebileceğini göstermez bu durum. Palladio bu bölümde, teknolojinin şimdiki kadar yeterli olmadığı o dönemde mimarlar için bir doğa kılavuzu tarifler adeta. Alanı seçerken suyun elverişli olmadığına işaret eden gözlemlerini aktarır okuyucuya. Ona göre su kaynağının kalitesi birkaç belirti ile anlaşılır. Nehir yatağında kum veya kil varsa, çamurlu değilse su kaliteli ve temizdir. Aynı zamanda hayvanlar o suyu sık sık içiyorsa, suyun rengi berraksa ve dibi görünecek kadar transparansa, kokmuyorsa bunlar saf bir su olduğunun işaretleridir. Antik Roma mimarisi prensiplerini baz alan Palladio, Vitruvius’a da atıfta bulunur. O da kaliteli suyun iyi sebze pişirilen, kaynatıldığında çökelti oluşturmayan, onunla iyi ekmek üretilebilen su olduğunu söylemiştir.


Su kaynağı kadar alanın hava kalitesi de mülk sakinlerinin sağlığı ve huzuru için çok önemlidir. Yapıyı durgun suyun yanında inşa edersek, o alanda birikmiş pis ve kokuşmuş hava binayı kötü etkiler. Fakat eğer ki bina yüksek veya eğimli bir arazide yapılırsa, var olan dinamik hava akımı sayesinde sağlıklı kalarak küçük böceklerin vereceği rahatsızlıktan da kurtulunur. Hava kalitesini anlamanın bir başka yolu da bölgedeki ağaçları gözlemlemektir. Ağaçlar nemli ise, kuru ve eğilmiş değilse, aynı zamanda bölgede bulunan antik binalar ufalanmamış ve sağlamsa rüzgarın şiddeti fazla değil, idealdir.

Palladio kırsal alanda kendine bir yer seçecek mimarların dağlarla çevrili vadileri tercih etmemesi gerektiğini söyler. Çünkü bu tür alanlarda rüzgar çok şiddetli, arazi fazlaca nemli, sağlıksız bir toprak ile dolu olcaktır. Güneş ışığı çok yansıdığında bölge fazla ısınacak, günün farklı bir saatinde ise etraftaki dağların tamamen gölgesinde kalacak, bina uzaktan görünmeyecek ve etrafı görülemeyecektir. Eğer bina bir tepede inşa edilecekse güneşin çok hissedilip aşırı ısıtmayacağı, aynı zamanda etraftaki başka bir tepenin gölgesinde kalmayacak bir nokta seçilmelidir.


Diğer bölümde binanın planlamasıyla ilgili açıklamalarında Palladio, mülk üzerinde iki çeşit binanın gerekliliğinden, bunların pratik ve elegant bir şekilde planlanmasından bahseder. Bunlar mülk sahibiyle ailesinin yaşadığı ve organisasyon, üretim, tarım hayvanlarını içeren binalar olarak birbirinden ayrılır.


Villa tasarımı prensibinde mülk sahibi yani soylunun yaşadığı kısım şehirde olduğu gibi tasarlanmalıdır, ve bu kısım üretim ile hayvanları içeren ikinci kısma öyle bağlanmalıdır ki, mülk sahibi güneşten ve yağmurdan kesintisiz korunarak ikisi arasında gidip gelebilmelidir. Aynı zamanda odun ve tarım aletleri gibi malzemelerin depolanmasını içeren işlevlerin de üzeri örtülü şekilde tasarlanması gerekir. Hayvanlar kalabalık olmayan, ılık ve ışık alan yerlerde bulunmalı, kiler ise yeraltında kargaşadan uzak bir alanda olmalıdır. Şarap fermente işlemleri ise çatı katında süregelmelidir. Tahıl ambarları rüzgar yardımı ile soğuk kalacak, aynı zamanda güneş ışığıyla fazla ısınmayacak şekilde kuzeyden ışık almalıdır. Çiftlik işçilerinin kullanacağı aletler ise daha yüksek ısıdaki güney yönünde konumlanabilir. Çünkü bu depolama türünde herhangi bir fazla ısınma veya yangın riski bulunmaz.


Mimarlar olarak günümüzde hala kullandığımız bahsedilen plan düzenleme prensipleri, dönemin mimarisi için, doğanın ve çevresel etmenlerin etkin ve sağlıklı bir tasarım için nasıl kullanılması gerektiğinin göstergesidir. Palladio tasarımlarının günümüze kadar ulaşmış güçlü etkisini, belki de binaları oluşturan mükemmel geometrilerin ve görkemli antik Roma mimarisi entegrasyonunun ötesinde, ilk bakışta göze çarpmayan fakat oldukça ustaca ve pragmatik biçimde üretilmiş işlevsel plan çözümlemelerine borçludur. Bu görkemli yapıların altında yatan derin mantık ve çevresel etkileşim, görünmez fakat incelikle düşünülmüş tasarım kararları yapıların bence asıl başarısıdır. Palladio’nun Villalarının ölümsüzlüğü, kendi kurguladığı mimari üslubu antik Roma mimarisinin görkemiyle ustalıkla kaynaştırabilmiş olmasında yatar. Hem geçmişe ve geleneğe olan saygılı bağlılığı, hem de ondan tamamen kopmayarak yeniliklere açıklığı temsil eder.


Binalarının tasarımını üç parçadan oluşan bir kompozisyon halinde ele alan Palladio zemin katı yerden bir miktar yüksekte belirleyerek, onun altında kalan alanı mutfak ve depo gibi servis işlevlerine ayırır. Belirlediği zemin katın üzerinde ise soylu ailenin ve misafirlerinin gündelik yaşamı sürer. Odaların tasarımında sabit oranlara sahip küpleri esas alır. Kubbeli salonlar, dikkatle düzenlenmiş katlar, ışık alan, görkemli ve iyi yerleştirilmiş bir çekirdek Villa tasarım anlayışının temellerini oluşturur.


Palladio gerek antik mimarinin mükemmel geometri ve oran-orantı anlayışlarını uygulayışıyla, antikitenin Dorik sütunlarını ve alınlıklı kapılarını kullanışıyla, Vitruvius ve benzeri mimarların öğretileriyle hareket edişiyle geleneğin mütevazı görkemine oldukça bağlıdır. Fakat bunu taklit etmek yerine kendi bakış açısı ve anlayışıyla harmanlamış, ortaya çağlar boyunca anlatılıp örnek alınacak özgün bir mimari üslup çıkarmıştır. Onun için ‘bir ev küçük bir şehir’dir, ve o şehri oluşturan ögeler onun villalarında özgün bir ahenk içindedir.


Bilge Yılmaz




4 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page